Mustafa Kemal Atatürk Döneminde Türkiye-İngiltere İlişkileri (1919-1938)
Mustafa Kemal Atatürk Döneminde Türkiye-İngiltere İlişkileri (1919-1938)
Mustafa Kemal Atatürk’ün gençlik ve olgunluk dönemi, İngiltere’nin gücünün doruğunda olduğu, sömürge imparatorluğunun en geniş sınırlarına eriştiği, hayatının son dönemi ise, hala çok önemli bir konuma sahip olmakla beraber giderek yerini başka güçlere terketmeye hazırlandığı bir zaman dilimini kapsamaktadır. Mustafa Kemal Paşa, I. Dünya Savaşı sırasında farklı cephelerde doğrudan İngiltere’ye karşı, Türk Kurtuluş Savaşı’nda ise doğrudan savaş meydanında olmasa da yine “İngiltere’ye karşı” savaşmıştır. Ve bütün önde gelen askerler, devlet adamları gibi, önemli düşmanına saygı duymuş, gerek diplomasi gerekse askeri alanda bu ülkeyi önemsemiş, mutlaka dikkate almış, mümkünse bu ülke ile karşı saflarda olmamayı, çatışmamayı tercih etmiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün askeri/siyasal hayatı içerisinde İngiltere ile ilişkileri başlıca iki döneme ayırmak gerekir; “Kurtuluş Savaşı döneminde ilişkiler (1919-1923)” ve “Türkiye Cumhuriyeti döneminde ilişkiler (1923-1938)”.
1) Kurtuluş Savaşı Döneminde İlişkiler (1919-1923)
İngiliz askeri gücü, Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara Hükümeti kuvvetleri ile savaş meydanlarında doğrudan herhangi bir ciddi karşılaşma içerisinde olmamıştır. Fakat Ankara Hükümeti’nin bu dönemki mücadelesinde, askeri, ekonomik, siyasi/diplomatik boyutların tümünde karşısında İngiltere bulunuyordu. Liberal Başbakan Lloyd George’un İngilteresi “Osmanlı İmparatorluğu’nu sonlandırmak”, “Türkleri Avrupa’dan bütünüyle kovmak” gibi amaçlar ile ilgileniyor, bunların takipçiliğini yapıyordu.
İngiltere, Orta Doğu politikasına ilişkin önemli gördüğü iki hedefe 1918 yılındaki Mondros Mütarekesi ile erişmişti: Irak’ın petrol bölgelerinin doğrudan elde edilmesi ve Boğazlar’ın denetiminin sağlanması. Yakın ve Orta Doğu bölgesindeki İngiliz çıkarları açısından geriye ulaşılması gereken üç ana hedef kalıyordu: Bolşevik Rusya’yı Anadolu’dan Kafkasya ile tecrit ederek bölgeye etkisini engellemek, Osmanlı Hanedanı’na ait olan Hilafet kurumunu tamamen ortadan kaldırmak veya etkin bir denetim altına almak ve de Doğu Akdeniz’in, diğer bir deyişle Süveyş ve Hindistan yolunun güvenliğini sağlamak.
İngilizler birinci hedefe yönelik olarak, Kırım’da Bolşevikler’e karşı mücadele eden General Wrangel’i, Gürcistan’daki Menşevik Hükümeti, Azerbaycan’daki Müsavatçılar’ı ve Taşnak Ermenileri’ni destekliyorlardı. Böylece, hepsi de Moskova’daki Bolşevikler’e karşı olan bu güçlerden oluşturulan bir duvar Sovyet Rusya ile Mustafa Kemal’in önderliğindeki Anadolu Hareketi arasındaki yardımlaşmayı engelleyecek, Anadolu Hareketi desteksiz kaldığı gibi bu durum Bolşevikler’in güneyden kuşatılmasını da sağlamış olacaktı. İngilizler bu amaçlarına ulaşamadılar. İkinci hedefe ilişkin olarak, Londra açısından, ya Halife yakın denetimde olmalı ya da Halifelik ortadan kaldırılmalıydı. İngilizler ilk başlarda birinci yolu denedilerse de gelişen olaylar kendiliğinden ikinci yolu gündeme getirmiştir. Nihayet, üçüncü hedefe ilişkin olarak da, zengin Irak petrollerinin ve Hindistan yolu üzerindeki Süveyş Kanalı’nın, diğer bir deyişle Doğu Akdeniz’in güvenliği için Küçük Asya’da Britanya İmparatorluğu’na yakın devlet veya devletlerin varlığı sağlanmalıydı. Bu, İngiltere’de hemen hemen herkesin üzerinde anlaştığı bir konuydu. Sorun, bunun hangi devlet ya da devletlerin aracılığı ile gerçekleştirilebileceğiydi. İngiltere’nin o dönemdeki Başbakanı Lloyd George’un bu konudaki tercihi çok belirgindi: Yunanistan.
Anadolu’da İtilaf Devletleri’nin politikalarına karşı direnç gelişmeye başladığında İngiltere’nin Yunanistan’a olan ihtiyacı daha da artmaya başlamıştır. Çünkü her şeyden önce, İngiliz halkı savaş yorgunuydu ve bu konuda ilave harcama için ekonomik şartlar da uygun değildi. Ayrıca İngiltere’nin en önemli sömürgeleri olan Hindistan ve Mısır önemli bir Müslüman nüfusu temsil etmekteydiler. Yine her iki ülkede de, özellikle eğitim görmüş Müslüman seçkinler arasında milliyetçi görüşler gelişiyor, sömürge yönetimine karşı muhalefet artıyordu. Hilafetin merkezindeki başkaldırının gelişmesi ve başarılı olması bu kesimleri cesaretlendirebilirdi. Dolayısıyla, Anadolu’daki bu direniş ortadan kaldırılmalıydı ve Yunanistan bu görev için en uygun ve gönüllü adaydı. İngiltere’nin Anadolu stratejisinde Yunanistan’a öncelik veren bu tutumuna en büyük tepki İtalya’dan geldi. Fransa da zaman içerisinde giderek durumdan pek memnun olmamaya başlamıştı.
İngiltere’de ise, Benjamin Disraeli’nin izinden yürüyen Muhafazakârlar ile başta 1919 yılının Ekim ayına kadar Dışişleri Bakan Vekili ve bu dönemden sonra Dışişleri Bakanı olan Lord Curzon ve Savaş Bakanı (daha sonra Sömürgeler Bakanı) Winston Churchill ile olaya stratejik açıdan bakan diğer bazı siyasetçi, bürokrat ve askerler, bu politikayı eleştirmekteydiler. Onlara göre, Boğazlar’ın denetim altına alınması doğru olmakla beraber, Yunanlıların Anadolu’nun içlerine ilerlemesi ve böylece bu toprakların parçalanması ile sonuçlanacak politikanın uygulanması yanlıştı. Türkleri pek sevmeyen Dışişleri Bakanı Lord Curzon da başlangıçta, Anadolu’dan Yunanistan’a toprak verilmesine barışın sağlanmasını engelleyeceği gerekçesiyle karşı çıkıyor, Türkiye’nin bölgedeki Bolşevik genişlemesinin önünde bir tampon olabileceğini söylüyordu. Zaten, yine başta Winston Churchill olmak üzere, Lloyd George’un dış politikasına karşı olan politikacıların çoğu (özellikle Sovyet Rusya’nın Kafkasya’ya hâkim olmasından sonra), Yunanistan’ı Anadolu’ya sürmenin, hem Anadolu halkının direniş gücünü arttıracağını hem de Mustafa Kemal ve arkadaşlarını Sovyet Rusya’ya yaklaştıracağını düşünmekteydiler. Londra’daki askeri stratejistler ise birincil olarak Sovyet Rusya’nın Doğu Akdeniz’i denetleyebilecek bir durum elde etmesini engellemeye çalışıyorlar, özellikle de bu ülkenin etki alanını Musul bölgesine doğru genişletmesini önlemeye yönelik önlemler düşünüyorlardı. Kafkasya deneyi, bölgede küçük birimlerden oluşacak tampon devletlerin teker teker Sovyet Rusya’nın etkisine gireceğini göstermişti. Anadolu topraklarında, İngiltere’ye düşman olmayan bir büyük devletin varlığı, Sovyet Rusya karşısında en güvenilir engeldi. Yunanistan’ın tek başına bütün Anadolu’yu denetim altında tutması ise askeri açıdan mümkün değildi. Bu açıdan, Bolşevikler’e yaklaşmak zorunda bırakılmadan Mustafa Kemal önderliğindeki milliyetçiler ile anlaşılabilirdi. Mustafa Kemal’in de, Misak-ı Milli temelinde İngilizler ile anlaşmaya hazır olduğu yolundaki bilgilerin sıkça İngiltere siyasetinde çeşitli değerlendirmelere konu olduğu anlaşılmaktadır.
Ankara Hükümeti kuvvetlerinin 10 Ocak 1921 tarihinde Yunan Ordusu’nu I. İnönü Savaşı’nda yenmesinin ardından, Ankara Hükümeti, 21 Şubat-12 Mart 1921 tarihlerinde toplanan Londra Konferansı’na İstanbul Hükümeti ile birlikte çağrıldı.
Toplantıda, başta İngiltere olmak üzere Batılılar’ın Sevr Antlaşması’nın bazı maddelerinde önemsiz sayılabilecek değişiklikler yaparak çeşitli teklifler öne sürdükleri ve Türkiye ile Yunanistan arasında bir arabulucu konumuna yöneldikleri görülmüştür. Misak-ı Milli ile belirlenen amaçları karşılamaktan oldukça uzak olan bu teklifler kabul edilebilir gözükmezken, Ankara Hükümeti adına Londra’ya giden heyetin başkanı ve Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey, toplantı zemini dışında, ikili görüşmeler çerçevesinde, İngiltere, Fransa ve İtalya ile bazı anlaşmalar imzalamış, fakat bu anlaşmalar da TBMM tarafından onaylanmamıştır.
Anadolu Hareketi beklendiğinden daha çabuk gelişmiş ve güçlenmişti. Bu durum, Mustafa Kemal liderliğindeki direniş güçleri ile İngiliz askerlerinin doğrudan karşı karşıya gelme ihtimalini arttırmaktaydı. Bu da İngilizlerin bölgeye yeni askeri birlikler sevketmesi anlamına geldiğinden onlarca istenir bir durum değildi. Özellikle II. İnönü Savaşı ile birlikte İngilizler, Yunanistan’ın Anadolu’daki savaşı kazanamayacağını anlamaya başlamışlardır. Durumu kontrol altına alamayacağı anlaşılan Yunan Ordusu Anadolu içlerine ilerledikçe direniş daha da artıyordu. Ayrıca, Batıdan gelen baskının artması Mustafa Kemal ve arkadaşlarını giderek Sovyet Rusya’ya yaklaştırmaktaydı. 1920 yılının Kasım ayında İngiliz dostu Yunanistan Başbakanı Elefteriyos Venizelos’un seçimleri kaybetmesi ve Almanya’ya yakınlığı ile bilinen Kral Konstantin’in iktidara gelmesi, her ne kadar kısa vadede Kral’ın politikası Venizelos’unkinden pek farklı gözükmese de, İngiltere’nin Yunanistan’a yaptığı maddi ve moral yardımı olumsuz yönde etkileyecek bir gelişmeydi. Ayrıca, Fransa ve İtalya da Yunanistan’ın desteklenmesine çok sıcak bakmıyorlardı. Bununla birlikte, Lloyd George’un inisiyatifi ile 1921 yılı Mart ayında Yunanlılara “başladıkları işi bitirme şansı” verilmiştir. Sonuçta liberal İngiliz Başbakanı, bir bakıma da Yunanistan Hükümeti, Yunan Ordusu ve Anadolu’daki Rumlar açısından “Küçük Asya Felaketi”nin ortaya çıkmasına neden olmuşlardır.
Başbakan Lloyd George liderliğindeki İngiliz yönetimi, Mondros Mütarekesi’nin ardından Anadolu’ya yönelik olarak izlediği siyasette kendi açısından iki temel yanlış yaparak, Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa liderliğindeki direnişin güçlenmesine istemeden katkıda bulunmuştur: İlkin, 15 Mayıs 1919 tarihinde Yunanlıların İzmir’e çıkarılarak Anadolu içlerine sürülmesi ve ikinci olarak da 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul’un işgali ve bazı Meclis-i Mebusan üyelerinin Malta’ya sürgüne gönderilmesi ve Padişah VI. Mehmet Vahdettin aracılığı ile 11 Nisan 1920 tarihinde Meclis-i Mebusan’ın kapattırılması. Birincisi Anadolu halkının direncini arttırmış, ikincisi ise Mustafa Kemal Paşa’ya 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da TBMM’yi açma şansını vermiştir.
Sonuçta, 1921 yılının Ağustos/Eylül döneminde Sakarya Savaşı ile ilerlemeleri net bir biçimde durdurulan Yunanlılar 26-30 Ağustos 1922 tarihindeki Dumlupınar Savaşı sonrasında da Anadolu’dan ayrılmaya mecbur edilmişlerdi. Bu mücadele savaş meydanında Yunanistan’a karşı kazanılmış gözükse de aslında İngiltere Başbakanı Lloyd George’a karşı kazanılmıştı. O kadar ki Başbakan Lloyd George bu nedenle iktidardan düşmüştür. 9 Eylül 1922 tarihinde İzmir’in kurtarılmasının ardından, Türk Ordusu’nun 10 Eylül tarihinde Bursa’yı, 17 Eylül tarihinde de Bandırma ve Mudanya’yı alıp Kuzey’e ilerleyerek İtilaf Devletleri’nin denetimindeki Marmara ve Boğazlar Bölgesi’ne girmesi tartışmaları başlayınca doğrudan bir Türk-İngiliz çatışması gündeme gelmiş, Sovyet Rusya Ankara Hükümeti’ni desteklemiş, İngiltere buna izin vermeyeceği yönünde açıklamalarda bulunmuştur. Türk Ordusu’na ait kuvvetler 24 Eylül 1922 tarihinde “Tarafsız Bölge”ye girmişler ve 1922 yılının Eylül ayının son günlerinde sözkonusu coğrafyada taraflar arasında ciddi bazı gerginlikler yaşanmıştır. Sonuçta, özellikle de Fransa’nın arabuluculuğu ile 3 Ekim 1922 tarihinde Mudanya’da taraflar arasında görüşmeler başlamış ve 11 Ekim 1922 tarihinde, Türkiye ile İtilaf Devletleri arasında Mudanya Mütarekesi imzalanmıştır.
Böylece, Lozan’da yapılacak barış konferansına, Mustafa Kemal Paşa’nın inisiyatifi ile Dışişleri Bakanı olarak heyetin başkanlığına getirilen İsmet [İnönü] Paşa ve eski Maliye Bakanı Hasan [Saka] Bey ile Sağlık Bakanı Rıza Nur Bey’den oluşan siyasilerle, yirmi kişiyi aşkın bir danışman grubu, kâtip ve diğer personel olmak üzere toplam otuzaltı kişiden oluşan bir heyet, konuya ilişkin TBMM ve Hükümet direktifleri ile birlikte gönderilmiştir.
Görüşme salonunda, kendilerini galip Türkiye’yi de mağlup taraf olarak gören diğer devletlere karşı izlenen diplomatik strateji ve taktikler, bu devletlerin kendi aralarındaki çıkar çatışmalarından yararlanmak, Boğazlar konusu görüşülürken onlara karşı Sovyet Rusya faktörü ile diplomatik manevra imkânı sağlamak ve de çeşitli konularda diplomatik pazarlığa girişmek olarak özetlenebilirdi. Nitekim Boğazlar konusunun görüşülmesine Sovyet Rusya’nın da katılması Türkiye’ye önemli bir manevra imkânı sağlamış, İngilizlerin tezleri ile Sovyet Rusya’nın uzlaşmaz görünen tezleri çatışırken Türkiye diplomatik açıdan nispeten avantajlı bir konum elde etmiştir. Bu dönemde İtilaf Devletleri’nin lider ülkesinin İngiltere ve ülkenin dış politikası açısından lider kişisinin de bu ülkenin Dışişleri Bakanı Lord Curzon olduğu tartışmasızdı. Lord Curzon’ın bu konferansta gerçekleştirmeye çalıştığı başlıca amaçlar, Türkiye-Sovyet Rusya yakınlaşmasının önüne geçmek ve özellikle de bu iki taraf arasında imzalanan 1921 Moskova Antlaşması çerçevesinde Boğazlar’ın statüsünün sadece Karadeniz’e sahildar devletlerce saptanması görüşünü etkisiz kılarak Boğazlar’ı İngiliz deniz kuvvetlerinin serbest geçişine açmak ve böylece Sovyet Rusya’nın üzerinde bir baskı kurmak ve kendileri için büyük önem taşıyan Musul sorununu ülkesinin arzusu paralelinde bir sonuca bağlamak olarak özetlenebilirdi. İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon bu amaçlarını gerçekleştirebilmek için konferans öncesinde giriştiği temaslarda Ankara Hükümeti’nin karşısına, diğer İtilaf Devletleri ile aralarındaki anlaşmazlıkları en aza indirerek çıkmak arzusundaydı. O sıralarda İngiltere ile Fransa ve İtalya arasındaki ilişkilerin çeşitli nedenlerden dolayı düzelmekte oluşu ve İtalya’da iktidara gelen faşist lider Benito Mussolini’nin Türklere karşı sert bir tutum izlenmesi yanlısı gözükmesi, bu ülkelerin Türkiye karşısında Kurtuluş Savaşı sırasında olduklarından çok daha fazla birlikte davranabilmelerini de beraberinde getirmiştir.
Konferans 21 Kasım 1922 tarihinde açılmış ve 4 Şubat 1923 tarihinde esas olarak kapitülasyonlar sorunu nedeniyle kesintiye uğramıştır. Gerçekleştirilen temaslar sonucunda Lozan Barış Konferansı’nın ikinci dönem görüşmeleri 23 Nisan 1923 tarihinde başlamış ve nihayet 17 Temmuz’da görüşmeleri sona eren antlaşma 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanmıştır.
2) Türkiye Cumhuriyeti Döneminde İlişkiler (1923-1938)
Cumhuriyet döneminde, Atatürk’ün sağlığında Türkiye-İngiltere ilişkileri açısından rutin temaslar, karşılıklı ziyaretler ve klasik diplomatik ilişkiler dışında başlıca iki ilişki zemininden sözedilebilir; 1920’lerdeki “Musul Sorunu” ve 1930’lardaki “İngiltere ile Yakınlaşma”.
a) Musul Sorunu
Mustafa Kemal Paşa Musul sorunu ile Kurtuluş Savaşı sırasında da ilgilenmiş, bölgedeki yerel liderlerle temasta bulunmuş, kendisine bağlı bazı kişi ve grupları da bölgeye göndermişti. Bununla birlikte, Lozan Barış Konferansı’nda Türkiye’nin istediği bir sonuca ulaşılamamıştı. Lozan Barış Antlaşması’nda Musul ile ilgili sorun çözüme kavuşturulamamış, ancak nasıl çözüme kavuşturulacağına dair bir yol haritası kabul edilmişti. Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanışından kısa bir süre sonra, 1923 yılının Ağustos ayında, İngiltere’nin denetimindeki Irak’ın kuzeyinde, Musul Vilayeti içerisinde yer alan Süleymaniye, İngiltere Hava Kuvvetleri tarafından bombalanmış ve otuzyedi kişi ölmüştür. Bu sıralarda bölgede, Türkiye yanlısı bazı grupların İngiliz yönetimine karşı direnç gösterdikleri görülmektedir. Konu Türkiye ile İngiltere arasında sorun olmuş, Türkiye Lozan Barış Antlaşması’nın 3. Maddesi’nin 2. paragrafına göre tarafların bölgede askeri operasyon yapmamayı kabul ettiklerini belirterek, İngiltere’nin bu eyleminin bu anlayışa aykırı olduğu görüşünü savunmuştur. İngiltere ise bölgenin bütünüyle fiilen kendilerinin kontrolünde olduğundan hareketle, yapılanın bu bölgede asayiş ve güvenliğin sağlanması yolunda bir hareket olduğunu savunmuştur. Ayrıca, bölgedeki Hıristiyan azınlıkların bu sıralarda sık sık Müslüman bölgelerine saldırmaları ve Türkiye’nin bu eylemlerin arkasında İngiltere olduğunu iddia etmesi de, taraflar arasında bir diğer anlaşmazlık konusudur. İşte taraflar arasında 1924 yılında İstanbul’da başlayan “Haliç Görüşmeleri” öncesi ve sırasında bu türden bir durum sözkonusuydu.
Lozan Barış Konferansı görüşmelerinde Türkiye temsilcisi Dışişleri Bakanı İsmet Paşa Musul’un Türkiye’ye bırakılmasını isterken, İngiltere temsilcisi Dışişleri Bakanı Lord Curzon mevcut durumun sürmesini, o sırada İngiltere’nin fiili denetiminde bulunan bölgenin İngiltere mandası olan Irak sınırları içerisinde kalması gerektiğini savunuyordu. Bölgenin geleceğinin orada yapılacak bir plebisit ile belirlenmesi yönündeki Türk önerisi de İngilizler tarafından kabul edilmemiştir. Bunun üzerine taraflar, görüşmeleri tıkamamak amacıyla konunun daha sonra ele alınması yolunda anlaşmışlardır. Bu anlaşma çerçevesinde taraflar, konuyu önce ikili görüşmeler yolu ile çözmeyi deneyecekler, çözüm bu yolla sağlanamadığı takdirde konu Milletler Cemiyeti’ne götürülecekti. Bu yıllarda İngiltere’nin gücünün doruğunda olduğu, Fransa ile birlikte Avrupa’daki en önemli siyaset merkezi olarak gözüktüğü ve de Milletler Cemiyeti içerisindeki prestijinin ötesinde vesayeti altında bulunan ve dominyonu olan bazı ülkelerin de bu örgütte temsil edildiği hatırlandığında, aslında sorunun bu zeminde ele alınmasının hakça bir çözüme ulaşmanın yolu olamayacağı ortadaydı.
İngiltere’nin başkentin Ankara olmasına tepki göstererek büyükelçi göndermediği Lozan Barış Antlaşması sonrası ortamda, anlaşma gereği taraflar arasında konuya ilişkin Haliç Görüşmeleri, 19 Mayıs 1924 tarihinde İstanbul’da başlamıştır. Türk tarafına TBMM Başkanı Ali Fethi [Okyar] Bey’in İngiliz tarafına da Irak Yüksek Komiseri Sir Percy Cox’ın başkanlık ettiği görüşmelerde, taraflar konuya ilişkin olarak Lozan Barış Konferansı görüşmeleri sırasındaki pozisyonlarını koruduklarından herhangi bir çözüme ulaşılamamış, görüşmeler 5 Haziran 1924 tarihinde kesilerek, sorun 6 Ağustos 1924 tarihinde Milletler Cemiyeti’ne havale edilmiştir.
Milletler Cemiyeti’nde 20 Eylül 1924 tarihinden itibaren yapılan görüşmeler sırasında taraflar konuya ilişkin olarak bilinen tezlerini tekrarlamışlardır. İngiltere adına görüş açıklayan Lord Parmoor, sorunu “Türkiye ile İngiltere’nin mandaterliği altındaki Irak arasındaki sınırın belirlenmesi” olarak görmeye ve göstermeye çalışırken, Irak’ın manda yönetimini elinde bulunduran İngiltere’nin bu ülkenin toprağının bir parçasını Milletler Cemiyeti’nin onayı olmadan bir başka ülkeye veremeyeceğini, ayrıca Irak Kralı Faysal’ın Musul’da yaşayanların da oylarıyla kral olduğunu belirtiyordu. Fethi Bey tarafından temsil edilen Türkiye, bir yandan Musul’un Mondros Mütarekesi’nin imzalanışından sonra işgal edilmesinin kabul edilemezliğine işaret ederken, diğer yandan da Musul bölgesinde yaşayan insanların kendi kaderlerini belirlemesinin de sorunun bir parçası olduğunu göstermeye çalışıyor, bölgede plebisit düzenlenmesi gereğini savunuyordu. Türk tarafına göre, Irak hala bir Türk toprağıydı ve Irak üzerinde bir Milletler Cemiyeti mandasından sözedilemezdi. Milletler Cemiyeti Meclisi, İngiltere’nin konuya ilişkin önerisi doğrultusunda, 30 Eylül 1924 tarihinde konuyu yerinde araştırarak kendisine bir rapor hazırlamak üzere, Macaristan’ın eski Başbakanı ve ünlü coğrafyacı Kont Paul Teleki, İsveç’in Bükreş Büyükelçisi Auf De Wirsen ve Belçikalı emekli Albay A. Paulis’den oluşan bir komisyon kurmuş ve komisyon görevine başlamıştır.
Bu sıralarda, 1924 yılının Ekim ayı içerisinde, bölgedeki Türk ve İngiliz kuvvetleri arasında bazı çatışmaların meydana gelmesi ve gerginliğin artması üzerine, Türkiye’nin 10 Ekim 1924 tarihindeki başvurusu ve İngiltere’nin de onayı ile Milletler Cemiyeti Konseyi konuyu 29 Ekim 1924 tarihinde Brüksel’de yaptığı bir olağanüstü toplantı çerçevesinde ele almıştır. Türkiye adına Fethi Bey İngiltere adına da Lord Parmoor yaptıkları konuşmalarda ülkelerinin konuya ilişkin bilinen tezlerini açıklamışlar, ardından Konsey sözkonusu bölgede “Brüksel Hattı” olarak anılacak bir geçici sınır hattı belirleyerek tarafların buna uymasını istemiştir.
Esas olarak İngiltere tarafından yönlendirilen ve 16 Ocak 1925 tarihinde göreve başlayan Komisyon, raporunu 16 Temmuz 1925 tarihinde tamamlayarak aynı yılın Eylül ayı başında Milletler Cemiyeti Meclisi’ne sunmuştur. Türkiye-Irak sınırının “Brüksel Hattı” olmasını ve Musul bölgesinin birincil tercih olarak Irak’a bırakılmasını tavsiye eden bu rapor, Türkiye tarafından büyük bir tepki ile karşılanmıştır. Ardından başlayan “Meclis’in konuya ilişkin hangi ve ne türden bir karar alabileceği” tartışması yapılmış, bunun üzerine (Türkiye’nin itirazlarına rağmen) konuya ilişkin olarak 19 Eylül 1925 tarihinde Divan’ın görüşüne başvurulmuştur.
Sonuçta, 21 Kasım 1925 tarihinde La Haye Uluslararası Daimi Adalet Divanı, Lozan Barış Antlaşması’nda yer alan düzenleme nedeniyle Milletler Cemiyeti Meclisi’nin konuya ilişkin olarak oybirliği ile bağlayıcı karar alabileceği, kararın alınması sırasında oybirliği ilkesinin geçerli olacağı fakat konuya taraf olan ülkelerin bu karar sürecinde yer alamayacağı yönünde tavsiye niteliğinde bir görüş belirtmiştir. Bu kararın ardından Milletler Cemiyeti Meclisi, 16 Aralık 1925 tarihinde oybirliği ile aldığı bir kararla Komisyon raporunda yer alan tavsiyeleri aynen kabul etmiştir. Toplantıya katılmamış olan Türkiye kararı doğrudan kabul etmeyerek bir süre beklemiştir. Türkiye, Lozan Barış Antlaşması’nın 3/2. Maddesi çerçevesinde konuya ilişkin olarak getirilen düzenlemenin bu şekilde yorumlanmasını kabul edemeyeceğini belirtmiş, konuya ilişkin olarak Meclis Konseyi’ndeki oylamada aranacak olan oybirliği esasının ilgili ülkeler de dâhil olarak anlaşılması gerektiği görüşünü savunmuştur. Bu sıralarda Türkiye Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü [Aras] Bey ile İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi Sir Ronald Lindsay arasında 1926 yılının ilk aylarından itibaren konuya ilişkin bir dizi görüşme yapıldığı, taraflar arasında bazı noktalar üzerinde pazarlıkların sürdüğü anlaşılmaktadır.
Türkiye’nin bu gelişmelere dolaylı bir cevabı sayılabilecek olan 17 Aralık 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması Paris’te imzalanmıştır. Böylece Türkiye, Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcından beri Batı’da herhangi bir sıkıntı ile karşılaştığında Doğu’ya dönmesi eğilimine yeni bir örnek daha vermiştir. Bununla birlikte, sözkonusu girişimin İngiltere’nin tutumu üzerinde ciddi bir etki yarattığı söylenemezdi.
Türkiye, karara karşı büyük tepki duymakla beraber, 5 Haziran 1926 tarihinde İngiltere ile gerçekleştirdiği 1926 Türkiye-İngiltere Antlaşması ile durumu kabullenmiştir. Üç Bölüm ve bir Ek’ten oluşan antlaşmanın Birinci Bölüm’ü sınır düzenlemesiyle ilgilidir ve bu çerçevede Türkiye, 29 Ekim 1924 tarihli “Brüksel Hattı”nın Türkiye-Irak sınırı olması ve Musul’un Irak’a bırakılmasını kabul etmek durumunda kalmıştır. Taraflar arasındaki iyi komşuluk ilişkilerini düzenleyen İkinci Bölüm’den sonra gelen ve genel hükümleri kapsayan Üçüncü Bölüm’deki 14. Madde’ye göre de, Irak, 25 yıl süre ile bölgedeki bazı petrol şirketlerinin gelirlerinin %10’nunu Türkiye’ye ödeyecektir. Antlaşmanın sonunda yer alan Ek’te ise, iki ülke arasındaki sınırı oluşturan “Brüksel Hattı”nın detaylı bir açıklaması yer almaktadır. Böylece Türkiye, İngiltere ile olan bu önemli anlaşmazlığı konuya ilişkin orijinal görüşlerinden farklı bir biçimde çözüme ulaştırıyor ve de ülkenin güneydoğu sınırını kesinleştiriyordu.
b) İngiltere ile Yakınlaşma
1930’lu yıllar Mustafa Kemal Atatürk’ün ülke içerisindeki çeşitli projelerini gerçekleştirmeye oldukça zaman ayırdığı bir dönemdi. Bununla birlikte, dış politikaya ilişkin gelişmeleri de dikkatle takip ediyor ve özellikle de 1930’ların ortalarından itibaren belirginleşen revizyonist gruplaşmadan duyduğu endişeyi çeşitli vesilelerle ortaya koyuyordu. Nitekim 1930’lu yıllardan itibaren Türkiye’nin birincil tehdit algılaması, o sıralarda özellikle Doğu Akdeniz’i ülkesinin doğal genişleme alanı olarak gördüğüne ilişkin çeşitli açıklamalarda bulunan İtalya’nın Faşist Duçe’si Benito Mussolini nedeniyle İtalya’ya yönelik hale gelmişti. İtalya’nın bu tutumu, o döneme kadar Türkiye’ye karşı mesafeli bir politika izleyen İngiltere’nin, bu ülkenin bölgedeki tutumuna karşı Türkiye’ye yakın bir noktaya gelmesine neden olmuştur. Bununla birlikte, kendi çıkarlarına yönelik muhtemel bir İtalyan saldırısına karşı Türkiye’nin limanlarından yararlanmayı düşünen İngiltere, Türkiye’nin bu ülkeye karşı bir Akdeniz dayanışmasında kendisinin de bir ittifak anlaşması çerçevesinde yer alması teklifine ise hala çok sıcak bakmıyordu. Ancak İngiltere, İtalya’ya karşı Milletler Cemiyeti’nin uyguladığı cezalandırıcı önlemlere katılan Yunanistan ve Yugoslavya ile birlikte Türkiye’ye, bu nedenden dolayı bir İtalyan saldırısına uğradıkları takdirde Milletler Cemiyeti’nin 16. Maddesi’nin 3. fıkrası gereği yardım sözü veriyordu. 22 Ocak 1936 tarihinde yürürlüğe giren ve 1936 Türk-İngiliz Akdeniz İttifakı olarak bilinen anlaşma, Milletler Cemiyeti’nin 15 Temmuz 1936 tarihinde İtalya’ya yönelik önlemlerin uygulanmasına son vermesi üzerine, İngiltere tarafından 27 Temmuz 1936 tarihinde tek taraflı olarak sona erdirilmiştir.[düzenle | kaynağı değiştir]
Tam bu sıralarda, 22 Haziran 1936 tarihinde başlayan toplantılar sonucunda, 20 Temmuz 1936 tarihinde, Lozan Barış Antlaşması’ndaki Boğazlar Sözleşmesi’ni Türkiye’nin istediği yönde değiştiren Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalandı. Bu konferansın toplanması ve Türkiye’nin istediği biçimde sonuçlanması o günkü koşullarda İngiltere’nin desteği olmadan, en azından muhalefeti engellenmeden mümkün olamazdı. Bu durumun farkında olan Türkiye’nin İngiltere ile olan ilişkilerini bu tarihten sonra daha da önemsediği görülecektir. Bu gelişmeye paralel olarak Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkilerinde de giderek bir soğuma kendisini hissettirecektir. Böylece, Montrö Boğazlar Sözleşmesi sonrasında İngiltere’nin Türkiye’nin gözündeki önemi, Sovyetler Birliği’ninki ile ters orantılı olarak artacaktır. Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile özellikle de 19. madde ile ilgili olarak Sovyetler Birliği’nin duyduğu bazı endişeleri gidermek doğrultusunda çaba sarfeden Türkiye’nin bu girişimleri İngiliz diplomasisi tarafından yakından takip edilmiş, mümkün olduğunca dengelenmeye çalışılmıştır.
Türkiye ile İngiltere arasındaki ilişkilerde Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile birlikte ortaya çıkan sıcaklığın göstergelerinden olarak, Sözleşme’nin imzalanmasından kısa bir süre sonra, 1936 yılının Eylül ayında İngiltere Kralı VIII. Edward Nahlin adlı yatı ile 3 Eylül tarihinde Çanakkale’ye gelmiş ve ardından da 4 Eylül tarihinde İstanbul’a bir ziyarette bulunmuş, Mustafa Kemal Atatürk tarafından karşılanmıştır. Kral’ın olumlu geçen Türkiye’yi ziyaretinin ardından Türkiye donanmasının aynı yılın Kasım ayındaki Malta ziyaretinden sözedilebilir. Bir yıl sonra, 1937 yılının Mayıs ayında Türkiye Başbakanı İsmet İnönü de Kral VI. George’un taç giyme merasimi için Londra’ya resmi bir ziyaret gerçekleştirerek bu olumlu sürece katkıda bulunmuştur. Cumhurbaşkanı Atatürk bu sıralarda, İngiltere’nin İtalya ile gerçekleştirdiği 2 Ocak 1937 tarihli “Centilmenler Anlaşması”na paralel olarak, İtalya ile yakınlaşma niyetinden çok İngiltere paralelinde bir politika izlemek amacıyla, 3 Şubat 1937 tarihinde Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ı Milano’ya İtalya Dışişleri Bakanı Kont Galeazzo Ciano ile görüşmeye gönderiyordu. Yine uluslararası konularda İngiltere ile paralel bir politika izlemek isteyen Türkiye İspanya İç Savaşı’na ilişkin olarak, başını İngiltere’nin çektiği “karışmama” (non-intervention) tavrını savunan ülkeler grubuna yakın durmuş, Akdeniz’de denizaltıların denizüstü gemilerine ve uçakların ticaret gemilerine saldırılarını önleyecek bazı düzenlemeleri içeren 14 Eylül 1937 tarihli Nyon Antlaşması’na ve 17 Eylül 1937 tarihli Cenevre Anlaşması’na imza koymuştur. Böylece, 1937 yılında taraflar arasında adeta “imzalanmamış bir anlaşma” sözkonusu gibi gözüküyordu. Giderek revizyonist devletlerden gelen mevcut durumu savaş yolu ile değiştirme sinyallerine karşı önlemler almaya başlayan İngiltere, Türkiye ile akdi bir ilişki içerisinde bulunmamakla beraber, Londra’nın Ankara ile işbirliği derecesinde dikkate değer gelişmeler gözleniyordu. Bu açıdan, 1937 yılının Cumhuriyet Bayramı törenlerinde Atatürk’ün İngiltere Büyükelçisi’ne gösterdiği özel yakınlık dikkate değerdi. Daha önce Almanya ile birlikte bir maceraya atılan Türkiye, anlaşılıyordu ki aynı şeyi bir defa daha tekrarlamak niyetinde değildi. Nitekim Mustafa Kemal Atatürk bu anlama gelen düşüncelerini yabancı gazetecilerle gerçekleştirdiği röportajlarda da birkaç defa ortaya koymuştur.
İngiltere, Türkiye ile sağladığı yakınlaşma ilişkisi çerçevesinde, Orta Doğu’da anti-revizyonist bir nitelik taşıyan ve Ankara’nın bölge politikası açısından büyük önem verdiği Sadabad Paktı’nın 8 Temmuz 1937 tarihinde imzalanmasına, 1932 yılında siyasal bağımsızlığını kazanmış olmasına rağmen hala büyük ölçüde Londra’nın nüfuz alanında bulunan Irak üzerindeki etkisini kullanarak yardımcı olmuştur. İngiltere ayrıca, Bulgaristan’ı Almanya safına itmemek için, Türkiye aracılığı ile bu ülkeye Balkan Paktı çerçevesinde olumlu yaklaşılmasını sağlamaya çalışıyordu. İngiltere öte yandan, Habeşistan konusunda tatmin edilmiş İtalya ile de Doğu Akdeniz’deki statükonun korunması temelinde bir yakınlaşmaya yöneliyor, böylece Türk dış politikası açısından kısa süreli de olsa nispi bir rahatlama yaratıyordu. Bir başka deyişle, İngiltere Habeşistan’daki çıkarları dolayısıyla İtalya’nın Süveyş yolunun güvenliği konusunda bu ülkeye sorun yaratmayacak, İtalya da muhtemel bir Franko başarısı sonrasında İspanya’nın Cebelitarık yolu için İngiltere’ye güçlük çıkarmasını önleyecekti.
Yine İngiltere’nin yönlendirmesi ile Türkiye ve Fransa, 1937 yılının başlarında Mustafa Kemal Atatürk’ün çok önem verdiği “İskenderun Sancağı” konusunda Türkiye’nin tutumuna oldukça yakın sayılabilecek bir anlaşma noktasına geliyorlardı. Gerçekten de bu konuya çok büyük bir önem atfeden Mustafa Kemal Atatürk, 5 Aralık 1936 akşamı bir balo sırasında Fransız Büyükelçisi Henri Ponsot ile yaptığı görüşmede konuya nasıl yaklaşılması gerektiği hakkında kendi görüşünü aktarırken, Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara Hükümeti ile Fransa arasında imzalanan 1921 tarihli Ankara İtilafnamesi’nde bu bölgenin Türk-Fransız sınırının Türk olmayan tarafında kalışını kastederek “Ben, 1921’de Meclis önünde Ankara Anlaşması’nın sorumluluğunu üstlenmiş, pek çok muhalefeti göğüslemiştim. [Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü] Aras, size gizli oturumların tutanaklarını verir. Şimdi benim onurum sözkonusudur. İktidarı bırakmak ya da çare bulmak durumundayım” diyerek konuya verdiği önemi oldukça açık bir biçimde ortaya koymuştur. 1938 yılına gelindiğinde İngiltere, Türkiye’nin Almanya’ya olan ekonomik bağımlılığını azaltma amacını da dikkate alarak, Türkiye’ye silahlanmayı da finanse edebilecek nitelikte kredi veriyor, iki ülke arasındaki ekonomik ve ticari ilişkilerin gelişmesi açısından önemli bir adım atıyordu. 1938 Münih Konferansı ardından yayılmacılıkta daha da cesaret kazanan Hitler’in Almanyası’na karşı Fransa, Türkiye ile bir karşılıklı yardım anlaşması imzalanmasını istediğinde, Ankara bu ilişkiye Londra’nın da dâhil olmasını şart koşmuştur. Oysa bu sırada Almanya’ya karşı “yatıştırma” (appeasement) politikası izleyen İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain bu türden ittifak ilişkileri içerisinde yeralarak Almanya ve/veya İtalya’yı kışkırtmak istemiyordu. Nazi Almanyası’nın birincil hedefinin Sovyetler Birliği olduğunu düşünen İngiliz yönetimi bu durumdan çok da şikâyetçi değildi.
Münih Konferansı sonrasında Hitler Almanyası’nın sadece Südetler bölgesi ile yetinmeyip, 1938 yılı Mart ayında Çekoslovakya’nın tümünü ele geçirerek artık “Tek Millet Tek Devlet” (Ein Volk Ein Reich) siyaseti aşamasından “Hayat Sahası” (Lebensraum) siyasetine yöneldiğini ortaya koyması ile İngiltere’nin tutumunda ciddi bir değişiklik görülmeye başlanmıştır. “Yatıştırma” siyasetinin olumlu sonuçlar vermediğini gören İngiltere, özellikle bu politikayı uygularken Fransa ile birlikte büyük güven ve prestij kaybına uğradığı Doğu Avrupa ülkelerine yönelik olarak “Garantiler Politikası”nı uygulamaya başlamıştır. Bu durum, İngiltere’nin politikaları açısından Türkiye’nin öneminin giderek artmasına ve Ankara, Londra ve Paris arasındaki ilişkilerin bir anlaşmaya doğru evrilmesine neden olurken Atatürk’ün sağlık durumu da giderek bozulmaktaydı.
Faruk SÖNMEZOĞLU
KAYNAKÇA
Cumhuriyetin İlk On Yılı ve Balkan Paktı (1923-1934), T.C. Dışişleri Bakanlığı, Araştırma ve Siyaset Planlama Genel Müdürlüğü, Türkiye Dış Politikasında 50 Yıl Serisi, Ankara 1973.
EVANS, Stephen F., The Slow Rapprochement Britain and Turkey in the Age of Kemal Atatürk, 1919-38, The Eothen Press, Beverley 1982.
Kurtuluş Savaşımız, 1919-1922, T.C. Dışişleri Bakanlığı, Araştırma ve Siyaset Planlama Genel Müdürlüğü, Türkiye Dış Politikasında 50 Yıl Serisi, Ankara 1973.
LEWIS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev. Metin Kıratlı, TTK Yayını, Ankara 1970.
SONYEL, Selahi R., Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika I, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1973.
SONYEL, Selahi R., Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika II, 2. b., Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1991.
SÖNMEZOĞLU, Faruk, İki Savaş Sırası ve Arasında Türk Dış Politikası (1914-1945), Der Yayınları, İstanbul 2015.